*Zannediyoruz ki hayat belli bir düzen içinde yaşanır, giriş, gelişme, sonuç... Oysa bunlar senaryolarda, romanlarda olur; hayat, dağınık bir düzen içinde ilerler. Kimi yaşanmışlıklar, uçları bağlanmadan, öylece açıkta kalır. *Hay Allah dersin, yani bu kadar mı?* Oysa başlanırken zihnimizde son derece düzenli bir kurgu vardır. Her şey tıpkı filmlerde olduğu gibi yerli yerine oturacak, ayrıntılar bile bütünü tamamlayan bir anlamlılıkla yerlerini bulacaktır. Böyle olmaz. Hayatın tek müdahil unsuru, hattâ kendi hayatımızın yegâne efendisi biz değilizdir, ters rüzgârlarda alabora oluruz. Yine de yaşananların organik bir yanı vardır; tüm bu ters yüz olmalara rağmen kendimizi onarırız. Sadece şimdiyi, geleceğimizi değil aynı zamanda geçmişimizi de onarırız; onu yeni baştan kurarak yaparız bunu.*
Hayatın Kıyısına Düşen’in tanık Yazar’ı, yitirmeye hazır yaşayanların hikâyesini dinlediğinde, bunları söylüyor. Yitirenlerin hayatını kurmaca içinde yeniden kurgularken şimdiyi olduğu kadar geleceği ve geçmişi de onarmaya çalışıyor. Şair Rauf’un, mafyaya bulaşmış ülkücü Hayri’nin, eski ülkücü ve sonradan bürokrat Süleyman’ın, devrimci Cahit’in baştan yitirilmiş hayatları… Askerî darbe ile hayatları alt üst olmuş bu dört karakter etrafında kurulan roman; aşk, sevgi, arkadaşlık, inanma, özveri ve hayatı yaşanır kılan başka değerlerin nasıl aşınabileceğini ve yerlerine yalan, yalnızlık, aldatma, hınç ve ihanetin nasıl yerleşebileceğini derinden hissettiriyor. Dört karakter, her bir bölümde, gerçekliği, kendi yorumlarıyla yerinden ediyor. Özneyi, tam bir şeye tutunmuşken boşluğa bırakıveren bir duygu durumu bu. Bir bakıma şaka, bir bakıma hayata takılan çelme. Duyuşuyla olduğu kadar anlatımıyla da usta işi bir roman Hayatın Kıyısına Düşen.