Platon, bilindiği gibi, yalancılıkla (!) suçladığı şairleri kendi cumhuriyetinden kovmuştur. Sebebi ise onların, zaten kendilerine ait olmayan gerçekleri aktaran elçi, kahin konumunda bulunmalarıdır. Diğer bir ifadeyle bu yazarlık modelinde (poeta vates) şairler, ancak coşkunluk, taşkınlık anındayken erişebildikleri veya kendilerine ulaştırılan mesajları bizlere sunabilirler. O yüzden de anlattıkları tartışmalıdır. Gençleri savaştan soğutması gerekçesi ise başka bir iddia olarak kalacaktır.
Aristo ise aksini düşünür. Ona göre “anlatmak” insanın doğuştan sahip bulunduğu bir meziyettir. Anlatılanlar, bunları anlatan kişilerin kendilerine aittir. Aristo için önemli olan gerçeğin kendisi değil “olası olan şeylerin” anlatımıdır. Devamında bir karşılaştırma yapar: Gerçek yaşamda cereyan etmiş özel bir olayın anlatımına odaklanan tarihin aksine, edebiyatın (tragedya!), sadece “olası/mümkün olanı” sergilemesi gerekir. Bahse konu olay, önceden yaşanmış ise tarihçinin, kurgulanmış ise şairin sorumluluk sahasına girer. Bu haliyle Aristo, edebiyatın dil görünümüyle değil de konusuyla ilgilenir. İnsanlar bu antropolojik ihtiyaç sayesinde, tragedyalar özelinde, birtakım tehlikeli duygularını ehlileştirme fırsatına kavuşurlar. Edebiyatın insanlar üzerindeki etkisi ise böylelikle onaylanır.