Boğaziçi’nde güzel bir bahar devam ediyordu. Hava boşluğunda öyle bir şeffaflık vardı ki, göz, berrak maviliğin sonsuzluklarına varacak kadar yükseliyordu. Böcek ve kuş sesleri, meçhul sazlardan oluşan garip ve dinlendirici bir müzik gibi ham, buruk, vahşi çiçek kokularıyla dolu taze havayı harekete geçiriyordu. Deniz yine aynı ses ve aynı rengi ile ayaklarımın altındaydı, karşımda Kanlıca sahillerinde birkaç ışık, karanlık gökte rastgele serpilmiş gibi bir avuç yıldız ve Boğaz’ın yaz gecelerine mahsus derin sessizliği… Şimdi irademe hâkim olarak düşünüyordum ve emin oluyordum ki, aşkta beklenen vefaya saygı duymayanların günahını affetmek mümkün değildi. Üzerinden şüphe ve ihanet bulutları geçen maziyi geri getirmenin de imkânı yoktu. Zaten aşk, yalnız kalbin arzusuyla yaşayabilse onu hissedenler ne kadar mutlu olurdu. Aşkın en tehlikeli düşmanı hayattı.