Adını koyamasak da başka başka noksanlıkların altını çizsek de hepimiz farkındayız yaşamın sıradanlığının; onun için şiir, resim, müzik ve hikaye var. Anlık hissedişlerin aydınlığına renklerle, melodilerle, sözlerle süreklilik kazandırmaya çalışıyoruz. Bazen acıların bazen neşenin hülasa hayata dair her şeyin hasılasından beslenen sanat sayesinde hayatımıza büyüyü adeta raptediyoruz. Tarife gelmeyen hisleri; birkaç cümle, bir dize, birkaç çizgi, birkaç nota ile gözler önüne serip, bazen canımızı acıtsa da hayata anlam katanlar olmasaydı, belki de insanın bir ruhu var mı tartışmasını yapma ihtiyacı hissetmezdik. Gerçek dünyanın acıları sona ermez hatta kimi zaman hikayeler gerçek dünyanın acılarının kat be kat üstünde bir acıyı yüreğimizin orta yerine bırakabilir. Bir tek farkla: Hikayeler acılar da dahil her şeyi anlamsız olmaktan çıkartarak tekamülün bir basamağı haline getirirler.
Ahmet Turan Tiryaki hikayeleriyle hayata büyüyü, acıları umutlarla mezcederek yeniden getiriyor ve bunu yaparken de Edith Piaf, Tanburi Cemil Bey, Chopin, Müslüm Gürses, Sıdki Baba, Almas Yıldırım gibi isimlerin hayatlarından ilhamını alıyor. Cemil Bey’in içindeki sesleri duyurma tahassürüyle geçen ömrüne bir saygı duruşu niteliğindeki *Saide Sana Biraz Tanbur Çalayım mı?* hikayesi hayata büyüyü yeniden getiren ruhların kapısını açıyor adeta: *Cemil, bilhassa yalnız başına kaldığı zaman kemençesine dokunur dokunmaz bir cezbeye kapılıyordu. Sanki biraz evvel parlayıp sönen bir yıldızın üzerinde oturuyor, orada biraz dinlendikten sonra gelip geçen bir kuyruklu yıldızın üzerine sıçrıyor, Güneş’in, Ay’ın ve uzaydaki türlü çeşit bulutların etrafında dönüyor, kainatın sesini ruhuyla dinliyor, yorulunca Ay’da soluklanıp, uyuya kalıyordu. Böylesine olağanüstü bir seyahatten sonra sabah olup da Dünya’da gözlerini açınca, uğraşmak zorunda kaldığı her şey Cemil’e ağır geliyor, onu mutsuz ediyordu.*