Güneş ufukta kocaman kızıl bir tepsi gibi yavaş yavaş batıyordu. Ufuk da, güneş gibi kıpkızıldı bu akşam. Güneşi hiç bu kadar büyük görmemişti şimdiye kadar. Belki de hiç bu kadar dikkat etmemişti ona bugüne değin. Onun, akşamın olmasını istemediğini biliyormuşçasına adeta batmakta nazlanıyor, bir türlü ufku terk etmiyordu. İçinden geçenleri okuyordu sanki güneş. Onun halinden anlıyor, sıkıntılarını biliyor gibiydi. Ufukta birazcık daha kalmak, bir nebze de olsa onun içini aydınlatmak, ona ümit vermek ister gibi bir hal vardı bugün güneşte.
Bir süre ufuk çizgisinde arzı endam ettikten sonra, yavaş yavaş kayboldu dağların arkasında. Ve güneş battı. Evet, vakti gelince o da batacaktı. Çünkü güneş her gün batmak üzere doğuyordu. Batmazsa ertesi sabah nasıl doğacaktı? Her doğan, bir gün batacaktı elbet. Bu, Yüce Yaratıcının koyduğu değişmez bir kanundu. Vaktinde doğup vaktinde batmak da güneşin vazifesiydi. Her varlık gibi o da vazifesini yapıyordu kusursuz bir şekilde.
Bugün güneş de kendisi gibi hüzünlüydü sanki. Ya da ona öyle geliyordu. İçinde herkesin, her şeyin kendisi gibi hüzünlü olduğu hissi vardı bu akşam. Kendisi ağlayan bir kimse herkesi ağlıyor zannedermiş ya, o da güneşi kendisi gibi hüzünlü zannediyordu bugün. Bugün de güneş daha bir hüzünlü kayboldu dağların ardından. O ise, yine her zamanki gibi dertleriyle baş başa kaldı bu akşam o küçük odasında.