Burası hayalet bir kasabaydı, aklımı ele geçiren, beni ben yapan yer.
Artık Triple Falls’u unutabileceğimi ya da burada geçirdiğim zamandan daha
uzun yaşayabileceğimi hiç sanmıyordum.
Hâlâ onları hissedebiliyordum; o yaz tanıdığım adamları.
Tehlikeyi sezdiğimde bile onlara teslim olmuştum.
Tek bir uyarıya bile kulak asmamıştım. Hastalığımın, aşkımın beni yönetmesine
ve mahvetmesine izin vermiştim, gözümü bile kırpmadan rolümü oynayarak
kaderi oyuna dâhil etmek için kışkırtmıştım.
Çünkü bu işten kaçış yoktu.
Olanlar için hepimiz suçluyduk. Hepimiz kendi cezalarımızı çekiyorduk. Gençliğimizin
bizi yok edilemez ve günahlarımızdan muaf kılacağını düşünerek
dikkatsiz ve umursamaz davranmıştık. Sonunda bu, hepimize büyük acılara
mal olmuştu.
Bir yanımı bu tepelerin, vadilerin ve sırlarımı saklayan ağaçların arasında bırakmamışım
gibi davranmaktan bıkmıştım.
Geri dönmemin sebebi buydu. Kaderimle barışmak istiyordum.
Burada geçirdiğim süre boyunca kendimi iyileştirmek için yas tutamazsam,
hasta olmaya devam edecektim ve bu benim lanetim olacaktı.
Ama herkesten çok kendimi şunu itiraf etmeliydim ki, bu şans bana beni
dünyaya getirenlerden miras kalmıştı.
Sonum ne olursa olsun, her şeyden önce kendimle barışmak istiyordum.
Çünkü artık yalanlarla dolu bir hayatı yaşayamazdım.