Çağlar önce bir kral yaşardı ve bilge bir kraldı o. Ve tebası için yasalar yapmak istiyordu. Bin farklı aşiretten bin bilge adamı başkentine çağırıp yasa yapmalarını istedi.
Ve hepsi olup bitti.
Ama bir parşömen üzerine yazılı bin yasa kralın önüne getirilip de onları okuduğu zaman, yüreği kan ağladı; çünkü krallığında bin çeşit suç olduğunu bilmiyordu.
Ardından katibini çağırdı ve dudaklarında bir gülümseyiş, yasaları kendi yazardı. Ve bu yasalar yalnızca yedi taneydi. Ve bin bilge onu öfke içinde tekedip, yazdıkları bin yasayla herbiri kendi aşiretine döndü. Ve her aşiret bilge adamlarının yasasını izledi.
Bu nedenleir ki günümüzde dahi bin yasa vardır.
Bu, büyük bir ülke, ama bin yasayı çiğneyen kaın ve erkeklerle dolu bin hapishanesi vardır. Bu, gerçekten de büyük bir ülke, ama halkı bin yasa yapıcının ve bir tek bilge kralın torunlarıdır.“
’’Bin yıl önce Lübnan’ ın yamaçlarından birinde iki filozof karşılaştı ve biri öbürüne dedi, ’’Nereye gidiyorsun?’’ Ve öbürü yanıtladı. ’’Bu tepelerin ardında bulunduğunu bildiğim sonsuz gençlik çeşmesini arıyorum. Çeşmenin güneşe yöneldiğini söyleyen bazı yazılar buldum. Ya sen, ne arıyorsun?’’
İlk adam yanıtladı, ’’Ben ölümün gizemini arıyorum.’’ Ondan sonra iki filozof da diğerini kendi ilminden yoksun olduğunu söyleyerek tartışmaya, birbirlerini tinsel körlükle suçlamaya koyuldular.
... Bir yabancı yanlarına yaklaştı ve dedi, ’’Efendiler; sanırım ikiniz de gerçekte aynı felsefe okuluna bağlısınız ve aynı şeyden sözediyorsunuz yalnız farklı sözcükler kullanıyorsunuz...’’