“…Güneşin doğacağı tarafta dağların ardında karanlık renk değiştirmeye başlıyor; kurşuni, giderek sarı. Biraz sonra sarıdan kırmızıya çalan bir renk dönüşümü sonrası kızıl kesiyor ufuk çizgisi gecenin karanlığını, kanı kirli siyah akıyor dalların tepesinden aşağı. Bir koyuluk kaplıyor dağ yamaçlarını ovalara doğru uzanan. Dağ başlarını kızıl tutmuş, güneş elinde binlerce ışık mızrağı fethetmiş zirveleri. Kızıldan yukarı sarı yayılıyor gökyüzüne, kandan doğan aydınlık sarısı, giderek pamuksu bir yumuşaklıkta beyazlık yıkıyor dünyayı apak, hilesiz, tertemiz. Hiçbir kötülük dokunmamış.
“Karanlıklar dağdan aşağı ışık mızraklarının saldırısına uğruyor, her yandan parçalanıyor. Güneş yarım daire olmuş kızılca parlıyor. İçinde bir şeyler var anlaşılmıyor uzaktan, görünür görünmez bir şey, sanki güneşle birlikte doğuyor. (…) Üs alanımıza doğru karanlık koşarak uzaklaşmaya çalışıyor. Batıya koşuyor güneş gün boyu kovalayacak gibi ışık salıyor karanlığın peşinden.
“Hava oldukça nemli ve insanın içine işleyen keskin bir soğuk kalıyor. Geceden kalan, kaçarken sis bulutu bırakıyor ardından, izini kaybetmek istercesine. Bıçak gibi bir rüzgâr var, tüm canlılara düşman, sızlatmak istiyor geçtiği her yeri. Biraz ilerimde palamut ağacı üşümüş, titriyor. Yaprakları hışırtılı, güneşe sesleniyor, çabuk ulaşsın diye. Güneş duymuş gibi üşüyen, titreyen doğanın sesini; hızla ulaşmaya çalışıyor. Doğanın yeşilliğine ulaşmak istiyor. Kızıldan, sarıya, yeşile.
“Korkunç bir güzellik ve heybetli bir doğuş. Şimdi daha iyi anlıyorum halkların neden güneşe inandığına…