Tarihin çoğunlukla sübjektif bir gözle anlatıldığı malumdur, özellikle devletler ve onu yönetenler istediği için. Her devletin yeniden yazılmış resmi bir tarihi vardır, yazılmamış gayriresmi tarihi yanında. Her devletin, her ulusun geçmişinde kahramanlıklar olduğunu, hepsinin kötülerle mücadele ettiğini okuruz. Hiçbiri geçmişinde haksızlık etmemiş, zalimlik göstermemiştir, böyle yaptıysa bile bu başka bir isimle anılır ve mutlaka haklı bir sebebi vardır vb...
Tarih sanki, istisnaları haricinde, propagandaya hizmet eden malzemeler yaratmakla sorumlu bir zanaat kolu, halkla ilişkiler eylemidir... Vakaların nedenleri, sonuçları, etkileri o anki muktedirin isteğine göre yeniden yazılır ve bunlar ders kitaplarına böylece girer. Burada Edward Hallet Carr’ın 1961’de yayımladığı Tarih Nedir? kitabındaki bir cümleyi hatırlamakta yarar var, “Mademki uyduracaksınız, hiç değilse zevkle okunacak şeyler uydurun.”
Bu kitapta konu edilen olayların, mekânların, kişilerin bazıları hayal ürünüdür, bazıları değildir. Birazı gerçektir, gerçek de yerine göre eğilip bükülmüştür. Tarihle edebiyat burada iç içe geçmiştir, ama okuyacağınız ne tarihtir ne de edebiyattır. Bir kitapta dendiği gibi, “... tarihçi ile romancının işleri farklı değildir. Farklı oldukları yer, tarihçinin işinin doğru olduğunun söylenmesidir.”
İstanbul’un gizemli geçmişinde dolaşırken anlatılanların hangisinin gerçek hangisinin hayal ürünü olduğunu keşfetmeyi okura bırakıyoruz.