Foucault, *Yaşamı savunmak gerekir!* derken, Spinozavari bir cürete çağırır bizi. Onun bu çağrısı, Leibnizvari kıvrımlardan geçerek, kederden uzak bir neşeyle yaşamın köklerine tırmanır. Bedenin kahkahasıyla ve aklı ateşleyen imgelerle ruhumuza ve kişiliğimize sunulan kudret, uçurumun gözlerinin içine bakmayı ve korkuyu korkutmayı arzulamaktadır. Suat Hayri Küçük’ün dediği gibi: *Cesaret gülmek ister!* Çünkü kahkaha bizden yanadır!
Hayat bir sahnedir, biz kadınlar ve erkekler ise birer oyuncu. Kimin hangi rolü oynayacağı, ne zaman sahneye gireceği ve çıkacağı ya da kaç perde oyunda kalacağı müphem! Ancak, perdeler hayatın tersini gösterecek kadar kısa ve bu oyunda maalesef bazıları için her şey mubah. Oynayanlar farklı olsa da oyunun değişmez bir döngüsü var: Zalim kurbanını arar, kurban ise kurtarıcısını. Ama aşıkla maşuk gibi kurban zalime, zalim kurbana dönüşüverir. Hayatın en çok alkışlanan sahnesi, kusursuz bir cinayetin işlendiği ândır. Cinayet kusursuzdur! Kusursuzdur, çünkü maktul seçildiğinin farkında değildir.
Sıçrama pozisyonunda avını izleyen zalim önce avını iyice süzer, üzerine atlar, onu yoklar… Kurbanın cılız savunmasını fentlerle, eskivlerle savuşturarak onu yorar. Alkışlayanlar, göz göre göre gelen ölüme, işlenen cinayete sırtını dönenler; sıranın kendilerinde olduğunu bilmezler. Oysa zalimlik doyumsuz bir kuyudur.
Fent, bir avuç iyi insanın zalime karşı şövalyece mücadelesini anlatan, hayatın sahnesinden bir perdedir. Bilirsiniz, iyiler de ölür! Onları sevdiklerinden ayıran katil, zulüm karşısında susan dilsiz şeytandır. Fent’i yaşadıktan sonra, *Görmedim, Duymadım, Bilmiyorum* diyemeyeceksiniz.