Tükendi
Stok AlarmıGenel kanı, sosyal bilimler ile felsefe arasında derin bir yarık görür; birbirini karşılıklı olarak yok sayan, hatta dışlayan iki ayrı dünya arasındaki bir yarık. Oysa bu, en başından beri sosyal bilimler düşüncesine eşlik etmiş olan felsefi sorgulamaları ve aynı şekilde bilimsel düşüncenin de felsefede tetiklediği tartışmaları görmezlikten gelmek demektir. Ülkemizde ne yazık ki ekseriyetle “herhangi bir özne felsefesi” olarak alımlanmış olan Fenomenoloji, yine en başından beri, bu iki “bilme biçimi” arasındaki en zengin karşılaşmaların ve geçişlerin
temel güzergâhlarından biri olmuştur.
Ancak bir isim vardır ki bu diyaloğun tesisi tüm düşüncesini meşgul etmiştir, bilhassa sosyoloji özelinde: Alfred Schütz. Mahir bir takipçisi olduğu Husserl’in fenomenolojisini eleştirel ve yetkin bir sentez dâhilinde Weber’in sosyolojisiyle buluşturmakla yetinmemiştir Schütz. Tüm bu zengin fikri alüvyonları, 1937 yılından itibaren yaşamını sürdüreceği ABD’ye taşımış; onları burada pragmatizmin yine bir o kadar verimli ovalarıyla buluşturmuş; ve nihayetinde sosyoloji ve felsefenin gelmiş geçmiş en ezber bozucu ve üretken yakınlaşmalarından birinin altına imza atmıştır.
Alfred Schütz (1899-1959): Entelektüel yörüngesi başlangıçta, Avusturya İktisat Okulu, Bergson Felsefesi, Weber sosyolojisi ve Husserl’in fenomenolojisi ekseninde şekillenmiştir. Nazizm’in yükselişi neticesinde New York’a yerleşen Schütz, yaşam dünyasının felsefi antropolojisi projesini, deneyim ve eylemin fenomonolojisi ve Weber’ci sosyolojinin yeni bir okuması ile beraber sürdürmüş ve özelikle sosyolojide etkileşimci ve etnometodolojik perspektifler üzerinde kalıcı izler bırakmıştır.