O zamanlar köyde elektrik yoktu. Bir tek çıramız, yani idare lambamız vardı. Tuvalet olmadığı için ihtiyacımızı görmek için o lamba ile ahıra giderdik. Komşularımıza gece oturmasına giderken de idare lambamız yanımızda olurdu. Gittiğimiz komşu evlerinde kuru üzüm, fıstık, bastık, ceviz sunulurdu bakır tabaklarda... Eve döndüğümüzde nenem şunu derdi: *Ne kadar da cimriler! Varlıklı oldukları halde çıranın fitilini biraz daha yükseltmiyorlar*.
Bir haftalık evliyken, benim için her şey toz pembeyken üzerimize aniden bir kabus çöktü. Tabii ben yine hiçbir şey bilmiyordum. O sabah Emine Ana’yla kızları hayırlı olsun demeye gelmişti. Tam oturup sohbete başlamıştık ki -evde ne kadar kitap varsa yok etsinler- diye bir haber geldi. Emine ana ne kadar kitap, defter, dergi varsa hepsini aceleyle topladı. Mustafa’yı tutukladıklarını öğrendiğimizde ailede büyük bir telaş başladı. Kaynım Ali Abi ile diğer kaynım Mehmet nezarete koştu. Ben yine hiçbir şey anlayamıyor, yalnızca Mustafa’ya üzülüyordum. Ah o cahillik ah! Ben ne bileyim mapusu, zındanı, işkenceyi? Tam bu sırada, yani ben Sinan’a hamileyken, 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Ama ne darbe! Bu darbe kelimesinden her zaman korkar ve ürkerim. İhtilal, darbe sohbeti olursa benim hafızam otomatikman otuz yıl geriye gider, beni geçmişe sürükler.
Küçücük valizim hazırdı. Anam, kardeşlerim Nazire ve Aynur, Fatma teyzem hepsi beni uğurlamaya gelmişti. Faruk işteydi, Hayri ise otobüste muavin. Onlar gelemedi. Gelen herkesle teker teker vedalaştım. Sinanımı kucaklayıp, sımsıkı sarılıp öptüm. Derya beni öptü, ben de onu öyle bir öptüm ki! Ağlamasını günlerce, aylarca unutamadım. Anamın merdivenlerini inip o sokağa nasıl çıktığımı bilmiyorum. Sultan Selim Mahallesi’ni 1986 yılında bırakıp İsviçre’ye doğru yola çıktım. Bu yolculuğun hayatımın dönüm noktası olacağını tahmin edememiştim. Çeşme’yi Avrupa sandım. Denizi de ilk defa görüyordum.
Bir umuda yolculuk hikayesi!