Babamın, ödeyemediği taksitlerin hayfını çiziktirdiği o satırlar arasında unutamadığım, her okuduğumda kalbimde hüzünlü kuşların kanat çırptığı bir mesel vardı. Bana göre, bütün pişmanlıklarını, hatalarını, gücünün yetmediği zamanları, elinden gelmezlikleri temize çektiği yer orasıydı. Gözyaşlarımın henüz koyulaşan sakalıma harf harf bulaşmasına sebep şey; anneme, onu unutmaması ve affetmesi için uzattığı unutmabeni çiçeği meseliydi. İnsan yapamadıklarının, yaşatamadıklarının özrünü, uzattığı tek bir çiçekte, upuzun bir cümleyi susar gibi söyleyebilir miydi?
Kim bilir, belki söyleyebilirdi. Fakat o çiçeğin uzatılışının bir özür anlamına geldiğini annem hiçbir zaman bilmedi.
Bitişik nizam evlerin, portakal çiçeği kokulu, yoksul sokaklarında yürüyor Cabir Özyıldız. Bir dama çıkıyor gecenin sıcağında, kaderleri bir yoldaşların hayatına bakıyor. Sonra bir köprü altında, kimsesiz çocukların, binlerce kez yaşanmış hayatlarıyla bir çizik atıyor okurun ruhuna. Elinde bir alet çantasıyla bir eve girip derinlere kazınmış bir ismi çağırıyor. Öykülerinde, okura bir eski zaman türküsünün kâh hüznünü kâh burukluğunu kâh ince tebessümünü sunuyor.
Yazar, ilk kitabı Eski Zaman Türküsü’nde, ustaca yansıttığı sahi evrenlerle birlikte, şairin "o kadar azız ki mutluluk bile bizden çok" mısrasına şerh düşercesine telafisi imkânsız şeylere, delişmen kelimelerle bir kördüğüm atıyor. Çözebilene aşk olsun.