“Ahbar, ağır usta işi kıyak bir şarkın yoktur?”
“He vardır.”
“Senin içinde olan bir şeyden ben ne zevk duyarım ki! Bırak dışarı çıksın… Keyflenelim… Haydi oku!..”
Bu öneri karşısında Agop’un göğsü kabardı. Elinde, artık parmaklarını yakacak kadar küçülmüş cıgarasını yutacak gibi son bir iştahla sıkı sıkıya birkaç kez daha çektikten sonra:
“Okuyacağım lakin bedava olmaz…”
“Bu akşam Sandıkburnu’nda altık bir tek düz ikram ederim…”
“Kulakların da ikramın kadar büyük olsun.”
“Zo, haydi biçimsizleşme… Zırlayacaksan zırla!”
“Sen babanı zırlat ahbar!”
“İrahmet olsun canıma… Babam senin kadar muziki bilmez idi ki…”
“Hangi baban? Uzun kulaklı… Semerli…”
“Be haydi oku! Bütün geçmişine okurum şimdi!..”
“Dün akşam bulamaç yedin? Ne yedin? Ağzın çok tatlılaşmış…”
“Ağzının tadını veririm şimdi…”
“He ağzından bal damlar, şeker akor…”
Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş, bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallerinde köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardı; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.