Belki birgün bir misafir gelir diye kapıları kilitli yürek odaları var onların.
En özel çay bardaklarını, tabaklarını, çatal bıçaklarını hiç kullanmadılar. Hepsini kutular, naylon torbalar içinde misafirlere sakladılar.
Evlerinin en büyük ve en rahat odalarında oturmak yerine, orayı özene bezene döşeyip, kapılarını kilitleyip, adını *misafir odası* koydular. Sonra kendilerini daracık odalara hapsettiler.
En güzel masa örtülerine, kırlentlere, yastık yüzlerine, çarşaflara ve işlemeli havlulara dokunmaya kıyamadılar.
En kaliteli çikolatalar, kolonyalar, tatlılar, lokumlar, kuruyemişler çoluk çocuktan köşe bucak saklandı.
Hep en güzel şeyler birileri için bekletildi. Kendilerini ve çocuklarını o sakladıkları *özel ve güzel* şeylere layık görmediler. Güzel anlara, güzel zamanlara, özel sevmelere, özel sarmalara hep uzaktan baktıkları gibi...
Misafirleri mutlu etmeye çalıştıkları kadar kendilerini mutlu etmeye gayret etmediler. Sadece kalabalık sofralarda çekilen fotoğraflarda mutluymuş gibi yaptılar.
Şimdi biz onlardan bizi kocaman sevmelerini bekliyoruz. İyi hoş ama onlar kendilerini hic sevmediler ki, bizi nasıl sevsinler? Onlar hep hayatın en küçük odalarında yaşadılar. Kendilerini hayatlarının misafir odalarına layık görmediler. Korkuyla, endişeyle ömürlerinin bir köşesinde ezik bir gölge duranlar, şimdi bizi hangi cesaretle, sevgiyle ve hangi inançla gelip kucaklayacaklar?
Misafir odaları gibi boş ve anlamsız bir yürek taşıyorlar içlerinde. Belki birgün bir misafir gelir diye kapıları kilitli yürek odaları var onların. Tertemiz ve bakımlı ama bomboş.
Bom...boş...