Balat’ın ara sokaklarında dolaştık el ele, bir pazar günüydü. Mütemadiyen, tarihi sokakların ve binaların dokusunda kaybolduk. Akşam ışıkları yanarken evlerde, denizin yosun kokusu geliyordu uzaklardan. Bir şarkı çalıyordu, kahvelerimizi yudumlarken, ruhumuzun yaralarına merhem oluveriyordu. Sonbaharda adresini şaşırmış bir haziran günü gibi, bayram sabahı heyecanında, yazın bitimine doğru şehre gelen o son festivale benziyordu. Bir masalın ve sonbaharın koynundaydık. O günden beri, yeryüzünde sevdiğin her bir şeyi sevdim ben de...
Odanın penceresinin kenarındaki babaannenin hediye ettiği fincandaki çiçeği, minik taşlı tokanı, pembe rujunu, mis gibi kokan parfümünü, sıcacık gülümseyişini, saçlarının cennetsi kokusunu, rengarenk döpiyesini, sana çok yakışan topuklu ayakkabıları, taşlı siyah çantanı, çok severek aldığın tabloyu, methederek bana anlattığın filmi, uzun Monte Carlo’yu, Bodrum Antik Tiyatro’da Sıla tam söylerken *dinledin mi bu şarkıyı?* dediğin Karanfil’i, çok erken kaybettiğimiz Onurcan Özcan’dan dinleyip çok sevdiğin Yaramızda Kalsın’ı, bilmem kaç sezon ve kaç saat sürse de sırf izlediğin için Netflix’teki o bilimkurgu diziyi, kendi ellerinle hazırladığın yoğurtlu mantıyı ve fırında sütlacı, yemekten sonra pişirdiğin Türk kahvesini, sen sevdiğin için Beşiktaş’ı, saatler boyunca kimse çevremizde yokmuşçasına beraber dans edebilmeyi, günün bütün yorgunluğuyla kollarımın arasında uyumanı, sabah uyanıp bu dünyaya bir gün daha gözlerimi açtığımda, güzel yüzünü karşımda görmeyi… Çok sevdim...