Yaşarken yok olmanın bilinmezliği ve korkusu vardı. İnançlar; insanın bu sorunlar karşısındaki çaresizliğinin sonucu olarak ortaya çıkmış, insani bir ihtiyacın karşılığı olarak, ‘akli gerçeklik’ temelinde değil, ‘kalbi teslimiyet’ üzerine kurgulanmıştır.
Dinler, Tanrı’nın insanlara olan buyruğunu konu edinir ama yine de yaşamın tüm kurallarını, Tanrı adına koymuş olan her zaman insan olmuştur.
Hiç kimse Tanrı ile iletişim kuramamış, O’ndan emirler de almamıştır. İnsan aklı ile Tanrı’nın varlığının bilincine vardı. Bu şekliyle Tanrı’ya, Tanrısal bilgeliğe eriştim inancında olanlar, bu inançsal düşüncelerini diğer insanlar ile paylaştılar ve dinlerin oluşumuna önayak oldular.
Tanrı, Evreni muazzam bir düzen içinde, değişmez-değiştirilemez kurallarıyla sonsuza dek var etti. Akıl sahibi insanın da görevi, bu varlığın bilgisine ulaşmak, kanıtlanabilir doğruları ortaya çıkarmak ve yaşamını buradan öğrendiklerine göre biçimlendirmek ; evrensel çağdaş değerlerle birlikte, tarihi gerçeklerin ve aklın ışığında ileri bir toplum yaratmak, onu yaşatabilmek olmalıdır.