Nihayet günün birinde ikisi de bunun böyle sürüp gidemeyeceğini anladılar. İkisi de birbirlerine açılmaya sonunda karar verdiler. Sabahın seherinde karşı karşıya gelince, dişi söylemek istediği şeyleri gözleriyle anlatmak istedi. Tam bu esnada, üzerinde oturdukları söğütten sarı bir yaprak düştü, iki tarafa sallanarak aralarından geçti ve dişinin en manalı baktığı zamanda gözlerinin önünü kapattı. Erkek bu bakışı göremedi. Fakat her ikisi de sarı yaprağı gördüler. Erkek ağzını açtı, “Senden hiç ayrılmak istemiyorum…” demişti ki, buvvv diye soğuk bir rüzgar esti… Dişi, erkeğin sözlerini işitemedi. Fakat her ikisi soğuk rüzgârın sesini duydular. Birbirlerinin gözlerine baktılar; artık yuva kurma zamanının geçtiğini, sonbaharın geldiğini ve ayrılacaklarını anladılar. İkisi de içini çekti. Tepelerinden birçok kırlangıçlar geçti; sıcak yerlere dönüyorlardı. Ayrıldılar… Ve bir daha birbirlerini görmediler. Fakat ikisi de küçük derenin kenarındaki o söğüdü ve orada geçirdikleri güzel ilkbaharı ve yazı unutamadılar. Ve ikisi de, böyle bir yaz geçirmemiş olan diğer kırlangıçlara tepeden baktılar… (Çünkü azlıkta kalanlar çok olanlara nedense tepeden bakarlar.) *** Öyle adamlar vardır ki; haysiyet, şeref gibi kayıtlara aşina olmadıkları halde, gurur ve kibir, dokunulur, acizlikleri yüzlerine çarpılırsa, kendilerini kaybedecek kadar hiddetlenirler.