Ali ve Yılmaz, Hikmet Bey’in çocukları, memleket denilince akla ilk yoksulluğun geldiği 60’lı yıllarda mücadelelerine başlamışlardı. Fakat her ailenin içinde belli roller vardı ve bu roller, kimin güçlü kimin güçsüz kalacağını gösteriyordu. Zaman ise değişimi en iyi dillendiren anımsatıcıydı. Kimin güçlü olduğuna da o karar veriyordu. Hem belki de bir kişi uzaktan ne kadar çok güçlü duruyorsa kendi içerisinde o kadar çok güçsüzlüğü ile savaşıyordu. O zaman güçlü olmak demek, güçsüzlüklerini saklayabilme becerisi miydi? Fakat güçsüzlükleri kendi içerisinde gizlemek mi güç sayılırdı yoksa onları dışa vurarak birer birer yok etmek mi? Yol da bunun en güzel öğreticisiydi. İnsan herkesten kaçabilirdi, herkesten uzaklaşabilirdi ama bütün iyilik ve kötülüklerinin tek şahidi olan kendi benliğinden kaçamazdı. Bir şeyler üzerinde kat etmenin zor olduğu bir dünyada, her ne olursa olsun ilerleyebilmek yola has bir yücelikti. Yolda bütün güçler ve bütün güçsüzlükler aynı anda var oluyordu ve insan bütün bir hüznün, bütün bir neşenin ve bütün bir gökyüzünün birleşiminde kendini bulmaya koyuluyordu. Hepsini öğrenerek ve hepsinden yararlanarak…
60’larda başlayan bir hikaye çöle uzanıyor bir hayal çekmecesi ile... Bütün hayaller İstanbul’a uğruyor sonra memlekete, sonra Novi Sad’a, Paris’e ve Cadiz’e, en sonunda ise Casablanca ile asıl yuvasına doğru yol alıyor. Bütün hayaller bir bulut olup yükseliyor Sahra’nın tepesine, hayat buluyor.
Bir hayal çekmecesi içerisinde atlas barındırıyor, Ali ve Yılmaz’ı içeren, hiç kimseyi ve herkesi içeren bir atlas…