Perdeleri çekili, yarı ışıklı bir odada, babam, pencerenin dibinde, yerde yatıyordu. Beyazlar giymişti ve boyu epeyce uzamış gibiydi. Çorapsızdı, ayak parmakları tuhaf bir biçimde aralanmıştı. Göğsünde birleştirdiği, huzurla dinlenen o narin parmaklarının şekli de bozulmuştu. Bir zamanlar ışıltılı olan gözlerini, bakır paraların kara halkaları sıkıca mühürlemişti. Babamın o şefkat dolu yüzü kararmıştı. Kötücül biçimde sırıtan dişleri içimi titretiyordu.
Üzerindeki kırmızı bir etekle yarı giyinik annem, babamın önüne çömelmiş, onun uzun, yumuşak saçlarını alnından geriye doğru tarıyordu. Benim, karpuz kabuğu testerelemeye bayıldığım o siyah tarağı tutuyordu elinde. İçinden yükselen uğultulu bir sesle sürekli bir şeyler mırıldanıyordu. Gri gözleri şiş şiş olmuş, gözyaşı ırmağı içinde ufalıp gitmişti.
Büyükannem elimden tutmuştu beni. Şişman bir kadındı. Büyücek bir kafası, epey büyük gözleri ve basık, komik bir burnu vardı. Yukarıdan aşağı siyahlar giymişti. Peltemsi bir yığını andırıyordu, bu yüzden de merakımı giderek çoğaltıyordu. O da gözyaşı döküyordu. Ses tonu anneminkinden daha farklıydı, fakat onun ses tonuyla epeyce uyum içindeydi. Titreyişler içinde beni elimden çekti ve babamın üzerine doğru itti. Ben ısrarla karşı çıkıp, onun arkasına gizlenmeye uğraştım. Bayağı korkmuştum, burada bulunmak da bana tuhaf geliyordu.