İmam Hasan, eskiden beri aşinaydı ihanete. İnsanların vefasızlığına ve nankörlüğüne eskiden beri aşinaydı. O ateşin koru, daha çocukken düşmüştü gönül yurduna. Sakife’den bilirdi, Cemel’den, Sıffin’den, Nehrevan’dan tanırdı ihaneti. Anasının kapısına tutuşturulmuş kızıl tenli ölümden bilirdi nankörlüğü ve vefasızlığı.
Çok vahim şeyler yaşanıyordu. Hz. Peygamber’in (s.a.a) ümmeti olmakla övünen zavallılar, Peygamber’in (s.a.a) ciğerine hançer saplamaya yemin ediyor, şeref ve haysiyetlerini değersiz dünyalıklar için Muaviye’nin hazırladığı pazara sürüyorlardı. İhanet, vefasızlık, kalleşlik ve sadakatsizlik kulaktan kulağa fısıldanan şeytanın nefesinde vücut buluyordu. Dost ve düşman kavramları aynı renge bürünmüştü münafıkların sıfatında. Belli ki, Cemel’de, Sıffin’de ve Nehrevan’da yakılan ateş hala sönmemişti. Din kisvesi altında, müşrikleri bile hayrete düşürecek ihanetler tezgâhlanıyordu. Allah adına yeminler edilerek, Allah’ın haramları mubah kılınıyor, Peygamber adına Peygamber’in (s.a.a) emanetleri kinin ve nefretin hedefine oturtuluyordu. İçler acısı bu durumda, Muaviye’nin ve yandaşlarının iğrenç kahkahaları, şeytanın zafer çığlıklarını besliyordu.