Yirmi dokuzuncu yaş gününüzde kanserden dolayı altı ay sonra öleceğinizi öğreniyorsunuz. Bunu ailenizden bile saklıyorsunuz ve bir süre sonra onlarda zaten çeşitli sebeplerden evden ayrılıyorlar. dışarı çıkmaya bile mecaliniz yok, zaten hiç isteğinizde yok. Size bakması için tuttukları bir bakıcı kadın ve arada bir ziyarete gelen doktor dışında kimse kalmıyor yaşamınızda. Yalnızlık ve Ölüm! Hayatınızın son noktasında yaşamınıza dahil olmuş iki kişi. Bir taraftan ölüm düşüncesi ile boğuşurken ne konuşurdunuz bu kişilerle? Diyalogların nasıl olmasını isterdiniz?
Ölüm karşısında çaresizliğinizi nasıl yenmeye çalışırdınız? Yada ölümün gerçekliği ile birlikte gelen bu son kısa zamanınızda nasıl bir değişim yaşardınız? Hayaller ve gerçeklerin ayrım noktasını ölüm telaşı içindeyken nasıl fark edebiliriz ki? Zincire vurulmuş bir yaşamın içindeyken ve zaten ölümle pençeleşirken ölümü armağan olarak isteyen bir kişiye bunu nasıl sunabiliriz peki? Varoluş ve yok oluş arasında yaşana bir ruh karmaşası. Ve tüm gerçeklerin peşinde genç bir doktor..
``Şu anda anlıyorum ki armağanmış varlığını hissetmek. Ancak ölümle karşı karlıya kaldığımızda anlayabiliyormuşuz bunu. Şehir içinde kolu bacağı olmayan, hastalı kapmış, hayatta kalmak için çöpten ekmek toplamak zorunda kalan insanların bu yaşama isteklerini hayretle karşıladım. Hangi büyük hikmetti ki bu hilkat garibesi insanların yaşama isteklerini alevlendiriyordu. Anlıyorum şimdi. Her şey sadece kendi varlığını hissetmek içinmiş...``