“Mezar taşına bir çakıl taşı bırakmak, ruhlar arası ilişkinin bir gereğiydi, zaman ve mekânın bir önemi yoktu, deha, yetenek ve faziletle cehennemde yaratıcı bir hayat geçirmiş ruh yaşıyordu, ruh ölümsüzdü…”
“…Celal ağabey, sana dair anılarından bahsederken çoğu zaman hüzünlenip gözyaşlarını tutamıyor, güzel anlardan bahsederken de gözlerinin içi gülüyordu. Sohbet o kadar samimi ve içtendi ki, hızlıca akıp giden zaman ikimizin de umurunda değildi. Çocukluğun, gençliğin, sürgün hayatına attığın ilk adımla beraber sırtında kendinle birlikte götürdüğün acıların, hüzünlerin, özlemlerin, ardında bıraktığın acı-tatlı hatıraların masamızın üzerine dağılmıştı. Sıradan bir yazar değil, bir sürgün yazarıydın ve hikâyen herkesin yaşayabileceği bir türden değildi; çünkü sürgün insanı yitmiş insandır, sürgün insanı kendisine ait dünyayı yitirmiş insandır…”