Çocukken bir tepenin sırtından kollarımı açardım maviye. Göğün derinliklerinden çağıltılı küçük bir dere gibi huzur dolardı içime. Issız bir ormanın kıyısında, dalları suya inen gölge ağaçlarının altıydı en güzel yerim.
Cıvıltılı kuş sesleri, parlak renkli kelebeklerin süzülüşü bir masal gibiydi. Masalın içinden çıkan bir çocuk gibi görürdüm kendimi. Bir ırmak gibi coşkuluydum, o küçük rüzgârlı tepeleri aşar gökyüzüne ulaşırdı mutluluklarım. Bulutlarla dans eder, rüzgârla yarışır, durulup yağmurla inerdi yere. Bir ağaç gibiydim, parlak renkli çiçekler gibi usul usul ama inatla yayılırdım kırlara. Ellerime benek benek taş kınalar yakardım. Avuçlarımla su içerdim oluktan. Dişlerim kamaşırdı. Bir çocukluğumu sevdim bir de çocuklarımı… Sonra bütün çocukları, insanları ve sonra bütün dünyayı sevmeyi öğrendim. Ve sonra huzurlu bir dünya için kendimle savaşmayı öğrendim. O günden sonra “Bitmeyen Türküm” içimde küçük rüzgârlar gibi esip esip durdu.