Mucize". Usta bir elde dilin nasıl bir mucizeye dönüştüğünü ispatlayan elimizdeki eser, Walter Porzig`in isimlendirmesini haklı çıkarıyor. Aletinden, sıradan bir icracının meçhulü olan bin bir sesi bulup çıkaran bir virtiöz ustalığıyla kullanmış Arslaner, Türkçemizi. Mahalli kelimelerle çeşnilenmiş üslup, bir yaban yemişinin saf ve katıksız lezzetini sunuyor okuyucuya. Kelimeler dans ediyor, kuşlar şakıyor, dağdan kopup gelen pınarlar çağıldıyor. Üslup bahsi bir yana, tasvir edilen geçmiş zaman manzaraları, neslimizin kayıp cennetini örten perdeleri aralayarak bir zaman yolculuğuna çıkarıyor bizi. Fark ettim ki yazarın hatıraları, taşraya ait duygu ve düşünceleri, aslında kendi hatıralarım, kendi duygulanışlarımmış. Anlattığı hemen her olayın, kahramanın, motifin kendi hayatımda bir izdüşümünü buldum. Az çok bir taşra tecrübesi olan orta yaşın üzerindeki her okuyucunun o anlatıda kendisini bulacağına eminim. Sular altında kalan Âşıkbükü köyünün trajik hikâyesi aslında biraz da bizim hikâyemiz değil mi? Yaşadığımız her şey kalın bir sis perdesinin karanlıklarına gömülmüyor mu? Geriye kalansa sadece şairin bahsettiği şey:
Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Bu sönen gölgelenen dünyada
.
Hâsılı bu tahattur zevki, bu dil ve tasvir lezzeti, Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini veya Mitat Enç’in *Uzun Çarşının Uluları*nı okurken duyduğum dil ve tasvir lezzetinin bir benzeri oldu benim için. O yüzden kendi adıma, yaklaşık yarım asır yazacaklarını sabırlara biriktiren Fethi Arslaner’e, *Usta yazarlar arasına hoş geldin azizim.* diyorum