“… Ama ölüm de tıpkı hayat gibi tek başına karşılanırdı. Doğarken yalnız gelen insan ölürken de yalnız gidiyordu…
… İnsan, bu bitmek bilmeyen döngünün esiriydi. Doğmak ve ölmek. Bir bilinenden bir bilinmeyene! Arada yaşanan bir yolculuktu. Kim bilir, belki de kalpler arada kalmışlığın tüm acısını yaşıyordu. Bu hep aynı yerde kalan bir acıydı. Tıpkı yine başladığı yere dönen günlerin ve mevsimlerin daima yerinde kalması gibi.
Ölüme yakın anlarda beden bir huzur ve mutluluk halini salgılarmış. Adil’in soğumaya yüz tutmuş bedeni yavaş yavaş bu huzur ve mutluluk haline ait bir tebessümü yüzüne yayıyordu.
Adil, bir gün bile kendisi için yaşamadığı hayata veda etmek üzere olduğunu biliyordu. Son koşusu yaralı kalbini oldukça yormuştu. O arkadaşları için koşmuştu… Önüne bakınca bir kardelen çiçeğini fark etti. Annesi daha küçük bir çocukken ona:
‘Çiçekleri koparma, onların ömrü çok kısa, bırak baharlarıyla mutlu yaşasınlar’ demişti…”