Cennette uyumak ve uyanmanın ne demek olduğunu bu küçük kasabada, Allapuzha’da öğrendim. Sabahın çok erken saatlerinde otelin bahçesine sınır teşkil eden Vembanad gölüne kadar yürümüştüm. Henüz gün doğmamış, Kerala’yı ışığa boyamamıştı. Sessiz ve kıpırtısız gölün üzerini kaplayan belli belirsiz nem, sürreal bir görüntü oluşturmuş, uzaktaki hindistancevizi ağaçlarının konturları silinmiş sanki gökyüzüne asılı kalmışlardı.
Kıyı boyunca sıralanan nilüferler ise suyun yüzeyini kaplamıştı. En ufak bir hareketle nilüfer yapraklarını yuvası belleyen birkaç yeşil kurbağa yavrusu suya sıçradı. Onların sesinden ürken bir ishak kuşu havalandı. Şimdiye kadar görmediğim ilginç bir tekne kıyıya demirlemiş terkedilmiş izlenimi uyandırıyordu. İçinde hayat belirtisi yoktu.
Her şey o kadar yavaş ve sessizdi ki…
Sessizliği bozan tek şey benim şıpıdık terliklerimdi. Bu şıpıdık şeylerin ayağımda ne işi vardı? Zaten Hindistan’a geldiğimden beri yalın ayak yürümeye alışmamış mıydım? Çıkartıp attım ayaklarımdan. Toprağın bütün enerjisini bedenimde hissettim. Toprak ana… Çok verimliydi burada. Şükrettim her şey için. Florası ve founası ile bambaşka bir dünyada bulunduğumdan dolayı şükrettim. Dilimin ucundan Hintli Şair Rabinthranat Tagore’un bir özdeyişi döküldü: “Küçük çiçek tomurcuklanıp bağırdı: Sevgili Dünya. Solma n’olursun!”