“Şimdi gidip gömecektik onları ve bir daha göremeyecektik, duyamayacaktık, belki unutulup gideceklerdi bir zaman sonra. Hiç yaşamamışlar gibi. Ölüm de vardı, olmasaydı, hiç olmasaydı, dövüşseydik ama kimse ölmeseydi, herkes görebilseydi istediği günleri, olmazdı. Olmazdı. Madem öyle kalkıp cenazelerimizi götüreceğiz, toprağa vereceğiz.”
Deniz Faruk Zeren’in bu öyküsü kırılmış hayallerimizin yamacına çağırıyor bizi. Saman balyalarının, çürük elma ve marul yapraklarının arasında oturup kurduğumuz hayallerin yanına. Kendimizi bir an savrulan bir sonbahar yaprağı gibi duyuyoruz, güzel bir avluya düşmeyi umut ediyoruz. Hemen yandaki evin enikli tahta kapısını ittirip içeri giriyoruz. Avlunun ortasındaki büyük, kolları ta dama uzanmış, geniş yeşil, taze yaprakları toplanmayı bekleyen güzel asmanın altında oturup çay içiyoruz sonra. Aşağıda sessiz, kayaların arasından azalıp çoğalarak akan bir dere var. Ovanın, derin bir kavisle incelip büküldüğü, içeri dönüp, yükselerek uzadığı küçüklü büyüklü tümseklerin, tepelerin, yamaçların gözlere tuzaklar kurup onları yanılttığı derin bir yerlerinde toprak kıpırdıyor.