Üşüyordu balık ilk kez kendi suyunda; çünkü suyu, kendi özsuyu değildi artık. Sığınabileceği dostları yoktu. Doğanın bu temiz, doğal, coşkulu suyu; eski, saf suları değildi şimdi. Çok kirlenmiş, çok oynanmıştı suyla… Ne dinamitler, ne oltacılar görmüş, ne zehirli atıklar salınmıştı içine.
Ayrıca balığın, yosunun, kurbağanın, yeşil tarlaların umudu olan o suyu alıp santralin soğutma ünitesinde bir kulenin tepesine çıkarmış, başını döndürmüşlerdi suyun. Sonra kulenin başından aşağı onu kara kapkara bir zehre bulayıp aşağı atmışlardı. Buna rağmen su; balığa, börtü böceğe, tarlaya takıma merhem olmaya çalışıyordu.
Balıkla kadın yaralıydı, bu dünyaya sığmayacak kadar büyük ve derin düşleri vardı… Bu yüzden iki yaralı, aynı yakada bir araya gelmiş ve acıları birleştirmişti onları.
Kadın hüzünlendi, gözleri yaşardı, balığa döndü: *Hangi su, hangi deniz daha mutlu kılabilir ki bizi, bitmedikçe içimizdeki sızı…
Açgözlülüğüne engel olunmadıkça dünyanın hangi su daha berrak, diye çırpınmanın bir anlamı var mı, hangi yol, cennete çıkarabilir bizi, hangi kapı? Dünya küçük, koridor dar, kapılar kapalı… Gülleri sulayan ne su, ne tipi ne de rüzgâr var şimdi… Asude hayat bitti, sonsuzlukta başıboş bir gemi, sefil bir kadın, bir balık, bir su, hayatın zehrine atılı…*
*Yavaş yavaş öldürüyorlar bizi!* diye devam etti kadın. *Yavaş yavaş, önce suyumuzu kirletip sonra kimliğimizi, kişiliğimizi yok ediyorlar, sonra da yaşam alanımızı… Gidecek bir yerimiz, yurdumuz yok şimdi! Ardından soluksuz, nefessiz bırakıyorlar hepimizi ve hepimiz bir araya gelmeden bu nehirler, bu denizler, bu okyanuslar, bu ovalar ve vahalar asla bizim olamayacak!*