“Bakmayın burada Boğaz’a karşı oturduğuma.
Biz deniz kıyısı çocukları değiliz.
Büyük nehirlerin birinin kenarında, onun çağıltı seslerini dinleyerek büyüdük. Bir köprü vardı nehri geçen. Ayaklarının birinin dibinden akıntıya bıraktık kendimizi. Yüzmeyi öyle öğrendik. Kıyıdaki kumların, kayaların üstünde güneşlendik.
(Yaz başında kıpkırmızı olurdu sırtımız. Akşam evde ağlayacak hale gelirdik sızıdan. Uyuyamazdık. Annemiz yoğurt sürerdi çaresizlikten. Sızısı geçerdi bir süreliğine hiç olmazsa. Sonraki günlerde sırtımızın derisi orasından burasından kavlamaya başlardı. Ala danalara dönerdik bir süre.)
Gün geldi su içindeki kaya diplerine soktuk ellerimizi. Pullu balıklar yakaladık. Bir dere ağzının nehirle birleştiği yerde büyümüş dinç hayıtlar! Onların çatal olanlarından kestik, kemik saplı çakılarımızla. Tuttuğumuz balıkları (oltalarımız da vardı ayrıca) kulak altlarından çubuklara dizdik, iki sıra halinde. Sonra çatalının yumuşak uçlarını bir ip gibi birbirine doladık tutmak için…”