Kasabada Ömerin destanını aradım, aksakallı, mazi külçesi haline gelmiş bir ihtiyar, hem okudu,hem anlattı:
Yüzlerce yıl evveldi. Geçtiğin ovada bir şehir kuruluydu,şimdiki bu, kurak, çatlak yaylalar vaktile, bol,geniş gölgelerini salan ağaçlar, körpe fidanlar, bağlar,bahçeler, çimler, çiçeklerle süslü idi... Tütmiyen bir ocak, ekilmemiş bir karış toprak, sürülmemiş bir dilim tarla yoktu. Bağlar arasından ırmaklar geçer, bahçelerde kaynaklar fışkırır, çeşmelerden tatlı sular akardı. Ucu bucağı görünmiyen meralarda otlıyan koyunların hesabı bilinmez, saymakla da tükenmezdi. Herkes halinden memnundu. Komşu köylerden buraya ondalığa gelen rençperler, birkaç yıl sonra zengin dönerlerdi. Aç, yoksul, fakir yoktu. Herkesin karnı toktu. İşte bu şehir, bir gecenin içinde battı, mahvoldu. Bir gece baştan başa mer’aları, yaylaları, tarlaları, bahçeleri su bastı. Ağıllardaki hayvanları sular boğdu, götürdü. Tarlalarda ekinleri sular aldı, götürdü... Çatılar uçtu, bacalar yıkıldı... Taş taş üstüne kalmadı...