2016’dan sonra daha bir hızlandı sanki zaman. Zembereği boşalmışçasına saatlerin, günleri, ayları tutamaz olmuştum.
Bitiş çizgisi olmayan bir maratonun koşucuları gibiydik.
Durmadan dinlenmeden ilerliyorduk. Bir anlık durup bakmayı becerebilsek ayan beyan görebilecektik fasit daire içinde yarıştığımızı.
Bu sadece bizim kişisel hayatımız için geçerli değildi üstelik. Türkiye’de, dünyada gündem iki göz kırpışı arasında yenileniyordu.
Birileri senaryoyu hazırlamış, görüntüleri filme almış da zamanımız daralıyormuşçasına hızlandırılmış gösterimle bize izletiyor gibiydi. Yani en azından ben öyle hissediyordum.
Şartlar değiştikçe ihtiyaçlar değişiyor, ihtiyaçlar değiştikçe amaçlar değişiyordu.
Popüler kültürün popüler üretimlerini tüketmekle kalmıyor, çöp öğütücüleri gibi parçalayıp atıyorduk. Tüketirken tükeniyor, tükendikçe tüketiyorduk.
Kitleselleşen üretim ve kitle iletişim araçlarının çeşitlenmesiyle kölesi olmuştuk popülaritenin. Başını almış giden bilgi kirliliği içinde birçok insan gitmek istiyordu, nereye gideceğini bilmeden.