Trenin sevimli tıkırtılarını dinleyerek başını cama yaslamış, düşünüyordu Ateş. Şimdi yanında çocukluk anılarından çıkıp gelen; sıcacık elleri, zeytin gibi parlayan gözleri, parlak esmer teni, kıvırcık kısa saçları, sürekli gülümseyen ağzıyla Evcen, aklında bütün bir yaz görmediği; buz mavisi gözleri gibi hep mesafeli, fazla konuşmaz, hiçbir zaman kendini anlatmaz, öperse kaçmaz, elini tutarsa uzaklaşmaz ama asla kendiliğinden sokulmaz Firuze vardı.
Kız arkadaşlarından koleksiyon yapmak, sevdiği tüm kadınların sadece kendine kalmasını istemek, ondan sonra başka kimsenin bu kızlara dokunmasına izin vermemek... Böyle hasta bir düşünceye sahip olamazdı. Ama yine de Firuze’yi istemediği ve kısmen aldattığı halde, benzer bir şeyi onun da yapması fikrine tahammül edemiyordu. Kendine karşı böylesine cömertken, başkalarına, bir zamanlar sevdiği kıza karşı neden bu kadar katıydı?
Kitapların birer kapı, kelimelerin okuyabilenler için anahtar olduğu bir dünyada Ateş’in yolculuğu bir minarenin gölgesiyle uzuyor, Balya’nın dar sokaklarında yeniden başlıyordu.