Mevlana ve Şems, yani bu iki ilahi âşık, bir köşeye çekildiler ve kendilerini tamamen Hakk’a verdiler. Bu gönül âleminde günlerce, gecelerce sohbetlere daldılar. Bu dalış öyle ulvi bir dalıştı ki birbirlerinde kendilerini ve Yüce Allah’ın eşsiz güzelliklerinin tecellilerini gördüler.
Mevlana’nın bütün zamanını Şems ile sohbete ayırması, bu ilahi aşkı idrak etmekten aciz olanları kıskançlığa sürükledi. Onlar, Hz. Mevlâna’nın Şems’e olan ilgisini çekemediler ve ileri geri konuşmaya başladılar. Bu acı sözleri duyan Şems çok üzüldü ve 1247 yılında Konya’yı terk edip Şam’a yol aldı.
Mevlana, sabah olup da Şems’i göremeyince adeta yıkıldı… Büyük ıstıraplar içinde gönül dostuna onlarca beyit, şiir ve rubai yazdı. İlahi aşkının ilk kıvılcımını başlatan biricik dostu Şems artık yoktu. Şems’in yerinde artık acı, üzüntü ve keder vardı…
Ayrılığın acısıyla şiirler söyleyen, gözyaşları döken Mevlana, Şem’i çok aradı. Ama iki kere Şam’a gittiyse de onun izine rastlayamadı. Şems’in bedeni varlığını bulamayan Hz. Mevlana, onu mana yönünden kendinde buldu ve artık onu aramaktan vazgeçti. Bu acıyla daha da olgunlaşan Mevlana bir şiirinde şöyle der:
Beden bakımından ondan ayrıyım ama
Bedensiz ve cansız ikimiz de bir nuruz.
Ey arayan kişi! İster onu gör, ister beni.
Ben O’yum O da ben.