Opera perdesinin son kez indiği ve sahnenin karanlığa büründüğü an, salonun devasa tavanından süzülen melodi, sessizlikle birleşti. İzleyiciler önce derin bir nefes alıp verdiler, sonra da coşkulu alkışlarıyla bu sessizliği yırttılar. Amaç, muhteşem performansı kutlamaktan çok, kendilerini yutan hissi geçirmekti. Büyüleyici bir opera binasının balkonunda, üç farklı zaman ve yerden gelen üç figür, alkışların yankılarında kaybolmuştu. Onlar, sadece zamansız eserleri ve deha düzeyindeki yetenekleri ile tanınan, Shakespeare, Emily Brontë ve Tolstoy’du. Üçü de sessizce kalktılar, belki de seslerinin alkışların gürültüsüne karışmasını engellemek için. Yüzlerinde, opera performansının bıraktığı derin etkinin izleriyle birlikte, birbirlerini keşfetmenin ve diyalog kurmanın heyecanı vardı. Gecenin devamını, bir arada yemek yiyerek geçirmeye karar verdiler. Şehrin gürültüsünden uzak, ay ışığı altında, bir nehir kenarındaki sessiz bir restorana doğru yürüdüler. Nehir, ay ışığını yansıtan bir ayna gibi parlıyordu, sanki üç edebiyat devinin yaratıcı enerjilerini taşıyormuş gibi...