*Güz geçti. Yazıda, kış rüzgarları hüküm sürüyordu artık. Bozkırın ortasında, ıssız bir köyde zaman nasıl geçerdi? Cansız, ölücesine, birbirinin aynı olan günler canından bezdirirdi insanı. Dört bir yanda suya doygun topraklar uzanır, gökte sönük, fersiz ışığıyla güneş ışır, ufuk bir adımlık yolda, hep sisle kaplı olurdu. Sonra, toprağı alçaktan yalayan sis bulutları gelir, köyü içine alır, hapsederdi. Gübre yığınlarının üstünde tavuklar gezinirdi. Uzaktan bazen bir öküzün böğürtüsünü ya da koyunların meleyişini duyardınız. Gök kapalı bulutlu olurdu. Avlularda akşam telaşı... Hayat ağır aksak ilerler, damların üstüne gölgeler düşer, güneş ufkun gerisinde batardı. Göz açıp kapayıncaya kadar bir de bakmışsın, gece oluvermiş.
… Bozkır geceleri uzun olurdu. Hiç sabah olmayacakmış gibi, uluyan kış rüzgârı altında uzar da uzardı. Tandır yorganının altında kanaviçelerini işlerdi kızlar. Sabır taşı misali, beyaz bezler parmakları arasında kirlenirdi. Birbiri ardına demli çaylar içilir, lambanın alevi uzar, cam isle kaplanırdı. Arada bir uzak yoldan geçen asker cemselerinin hırıltıları, kamyonların, köy otobüsünün sesi duyulurdu. Uyku tutmazdı bir türlü. Cama ıslak dallar sürtünür, kuyunun paslı makarası gıcırdardı.*
Mahmut Yıldırım; akıcı üslubu, yalın Türkçesiyle bizim coğrafyamızın, insanımızın hikayesini, kısacası bizim hikayemizi anlatıyor.