Bir şiirdir Anadolu.
Şiir kadar güzel, şiir kadar ahenkler ve ezgiler yurdu...
Anadolu’yu bize vatan yapanlar, bu topraklarda Yüce Yaratıcı’nın hoş katında Hz. Muhammed’in ölçülere sığmaz müjdelerini tatmış sahabeler gibi mutluydular. Çevreleri ezelden ebede akan hoş bir zikir ırmağı gibi ‘Ya hay!’ nidalarıyla hayat buluyordu. Her biri, hayatın dönen dolabında taşınan billur su misaliydi.
Karanlık içre dahi yol görünse yolun sonunda bekleyenler zincirinin olduğu bilinciyle Hira’dan akar ve Uhud’a çıkar gibi aşklarına yürüdüler.
Sürekli bir hicretti onlarınki. Yüreklerindeki yüce dilbere kavuşmak için hiç durmadan soylu aşklarına hicret. Muhkem bir ipe sarılıp sonsuzluğun göğüne yükselmekti emelleri. Kervanları; ilim, edeb, ahlak ve aşkı yüklenerek fetihle müjdelenmiş bir komutanın bayrağını dalgalandırmak için taşımıştı yükünü. Sürecekti at sırtında doludizgin bir uçtan bir uca bu öykü. Öyle destansı bir hayat ki; yüz bin yıl geçse gelmeyecekti sonu. Gözlerinde sevinç, omuzlarında kutsal bir yükle yürekleri evren kadar büyüktü.
Özleşen Anadolu toprağı her dem daha bir mayalanıp közleşiyor ve pişiyordu ellerinde.
Tarihin gövdesinde açılmamış sayfalar, duyulmamış sözler oluşturarak ayrıldılar dar-ı dünyadan. Aksiyonları, bitmez tükenmez bir söz ırmağı gibi öyküye, türküye, ezgiye, masala, şiire ve destana döneniyordu şeker dillerinde. Ve bir toprak, ‘Anadolu’ adına kavuşuyordu yazdıkları öykülerde.
Bakışları ve gülücükleri prensesler gibiydi. Başlarında üflenen ince, beyaz, yeşil, al karışımı bürümcekler, omuzlarından bellerine dökülen sırma saçları, ok gibi batıcı uzun siyah kirpikleri, siyah üzüm kıvamı iri gözleri... Kiminin alnının ortası benli, gerilmiş yay gibiydi kimin kaşları.
Bu torakların erdemli yüreklilerinden Ahi Evran ve Fatma Bacı ki bir ömür öyküsünü güzel kılmak için Hakk ve halk uğruna yüreğini yaktı, aşk içre Anadolu’yu dolana dolana...