“Hızla tepeden aşağı indi, delikanlıya yaklaşırken yerden küçük bir kavun büyüklüğünde taş aldı, delikanlıya yaklaştığında genç uyanmış, ayakta duruyordu, gayet metanetli bir yüz ifadesiyle bir şeyler söylüyordu ama Zeynel Abdullah, kulağında kendi gürültülü nabız sesi nedeniyle hiçbir şey duymuyordu. Delikanlı ancak uğultu olarak duyabildiği şekilde konuşmaya devam ederken Zeynel yanına geldi ve elindeki taşla gencin başına tüm gücüyle vurdu, delikanlı, devrilen bir ağaç gibi hareketsiz bir şekilde Zeynel Abdullah’ın ayaklarının önüne yığıldı. Genç hiç hareket etmiyordu ve başının altından şaşırtıcı derecede çok kan, küçük, kırmızı bir gölet oluşturuyordu, Zeynel’in öfkesi dinmemişti, tam aksine bu tatlı öfke denizinde kendini tamamen kaybetmiş şekilde dizlerinin üzerine çömeldi ve tam alnının ortasına bir daha vurdu, bu güzel çocuğun alnı bu darbeyle içeri çöktü, bir daha vurdu, bu sefer darbe tam yüzünün ortasına geldi, çocuğun yüzünün olduğu yerde artık kan dolu bir çukur vardı. Zeynel Abdullah’ın öfkesi dinmiyordu, içi biraz soğuyup tekrar kuşların sesini duymaya başladığı anda elindeki taşı yere bıraktı, ayağa kalktı ve eserine dikkatlice bakmaya başladı. Başının altından akan kan, biraz önceki gibi yavaşça göllenmiyor, gittikçe hızlanan bir şekilde Zeynel Abdullah’ın ayaklarına doğru sanki bilinçli ve kendi kendine hareket eden bir varlık gibi ilerliyordu, kan hızlandıkça Zeynel, içinde daha önce hiç hissetmediği bir şey hissetmeye başladı, korkuyordu…
Geri geri adımlarla kandan uzaklaşmaya çalıştı ama kan ondan daha hızlı ilerliyordu, iki üç adımdan sonra kan ayaklarına ulaştı, hızlanarak dizlerinden göbeğine, oradan göğsüne tırmandı Zeynel, bağırmak için ağzını açtığında kan boynunu geçti ve ağzını doldurdu. Zeynel Abdullah korkudan hareket edemiyor, ağzını dolduran kan yüzünden boğuluyordu…”