Henüz on yaşındaki bir çocuk için yaşam ve ölüm, aslında aynı çizgide durur. Doğmak gibidir çocuğun algısında ölüm. İnsanlar doğarak gelirler, ölerek giderler. Henüz ölüme dair karanlık, iç korkutan hikayeler yerleşmemiştir belleğine. Babaanneler, dedeler yaşlandıkları için ve daha fazla alacak nefesleri
kalmadığı için ayrılırlar yanınızdan. Acılı günlerimiz onlara minnet duyarak ve bir şekilde vedalaşarak geçer.
Yıllarca annesiyle vedalaşamamanın hüznünü duymuştu. Kimsesizlik hissiyle ilk böyle tanışmış ve bu hissi, annesiyle birlikte olduğu zamanları hatırlayarak gidermeye çalışmıştı. Hatırlamaya çalıştığı şeyler, duygular ya da yaşadıkları sıradan olaylar değildi. Olayları daha somutlaştıran figürleri arıyordu. Mesela annesinin ocağı yakarken kibriti çakışı, tuttuğu bulaşık bezinin nasıl olduğu ya da iğne kutusunu ocağın üstünde kaynatırken minik maşalarla şırıngayı ters düz edişini...
Özlem Kiper, hayatın gürültülü akışı içinde kıyılarımızda biriken hüznün taşıdığı çeşitli insan hallerini işliyor öykülerinde. Çocuklarının ellerini hiç bırakmayan kadınların düşe kalka ama sek sek havasında yürüyüşleri eşlik ediyor yazarın metinlerine. İç etekli, mutfaklı, mor halkalı, kırık kısmetli, vuslatlı ve tabi ki vapurlu öyküler. Yazar Acır Mı Mösyö Messıer diye soruyor kahramanına. Her öyküde acıdığı belli olan bir usta kalemin ilk öykü kitabı.