“Çok yaşlıydı. Ya da o yaşımda bana öyle gelmişti. Yüzü, elleri, kolları buruş buruştu. Kenarları altın sarısı güzel bir koltukta ipekler içinde oturuyordu. Sağ elini ince bir değneğin baş kısmı üzerinde serbest bırakmıştı. Her parmağında yüzükler vardı. Önündeki mermer seh- panın üzerindeki ayaklı pirinç saat vuruşuyla bilmem ki neyi haber veriyordu. Abdullah Kâhya koltuğun sağ yanında dimdik duruşuyla sessiz bekliyor, her ikisi de gözleriyle beni dikkatle inceliyordu. Münevver Hanım Sefire olduğunu söylemişti. İki göğsünün arasından uzayıp giden kolyesinin taşları sırasız parıldıyordu. Arkasındaki açık pencerelerden içeri ıslatılmış çim kokusu ve yaprak hışırtıları geliyordu. Münevver Hanım beni sıkıca tembihlediğinden ellerimi önümde birleştirip başımı öne eğmiş daha fazla bakmamıştım. Az sonra: “Küçüktür.” dediğini duydum. “Görgüsü de yoktur belli. Şimdilik mutfağa veriniz. Münevver Hanım göndermiştir. Çevirmek olmaz.” Abdullah Bey’in peşinden iki kat merdiven indim. Beyaz önlüklü, fırfırlı şapkalı bir hizmetkâr elindeki gümüş tepsinin ortasında buharı tüten mavi bir fincan taşıyarak yanımızdan hızlıca geçti. Kuşburnu kokusu aldım. Bir daha o katı da Halide Hanım’ı da hiç görmedim.”