2003’e yaklaşırken birden Abdulhaluk Uygur’un şehadet şerbetini içmesinin üzerinden tam 70 yıl geçtiğini anımsadım. Şair hakkında epeydir kafamdan geçirdiklerim beni yeni düşüncelere sevk etti. Onun bize bıraktığı cevherleri kazarak geniş kitlelere sunmanın ve düşüncelerini paylaşmanın da şairi gerçek anlamda anmak olacağını düşündüm. Ondan miras kalan seçkilerini elime alıp söz denizinin derinlerinden cevher aramaya giriştim. Hazinedeki cevherler tahminimdekinden fazlaydı ve keşfettikçe heyacanlandırıyodu insanı. Keşfettiklerimin bir damlasıyla kısa sürede “Hayatın Hikmeti, Ölümün Kıymeti” başlıklı makale ortaya çıktı. Ama kalbimdeki heyecan bununla da teskin bulmadı. Yazmaya devam ettim. Şiirlerini her okuduğumda şairden ayrı zevk alıyordum. Mısraların aralarına gizlenmiş derin hikmetler kendini açığa veriyordu. Yazdıkça yazmak geliyordu içimden. Ama kalem gücümün zayıflığı beni kahrediyordu. Yine de yazmadan rahat edemez, huzur bulamaz bir hâldeydim. Kalbimdeki heyecan yazıya dökülmek istiyordu sabırsızlıkla. Şairin ruhu beni isyana teşvik ediyordu belki. Ben de o günlerde tam 32 yaşındaydım, yani şairin yaşında. Sonunda kalemimin dizginini serbest bıraktım. Yazdıklarım bir kitap oluşturacak kadar olmuş ise de heyecanım bitmiyordu bir türlü. İşte o zaman kalbimin şairin edebi heykelini dikmek istediğini fark ettim.